Biyografiler.com : Her yaşam bir iz bırakır. | Türkiye'nin en çok okunan biyografi sitesine hoş geldiniz.

Pan arabizm


Pan arabizm

Pan Arabizm veya Pan Arapçılık, Arap halkları arasında birlik ve beraberlik hedefine sahip büyük oranda seküler ve sıklıkla sosyalist bir hareket. Genelde farklı, zengin ve çarpıcı bir Arap dili, tarihi ve kültürünün varlığından köken alır ve bu nedenle bir kültürel milliyetçilik biçimidir.

Pan Arabizm bugün Arap milliyetçiliği ve Batı karşıtlığı ile ilişkilendirilse de geçmişte kökeni Osmanlı Devleti'nin egemenliğindeki Arap halklarına kadar uzanır. Şerif Hüseyin ibn Ali, Mekke Şerifi Osmanlı Devleti idaresinden bağımsızlık istemekteydi, bu kişi Pan Arabizm söyleminin kurucusu sayılabilir. Yine de Pan Arabizm asıl gelişimini I. Dünya Savaşı sonrasında yaşamış, özellikle Batı mandacılığı gelişimini hızlandırmıştır. Bağımsız Arap devletlerinin kurulmasıyla beraber Arap birliği elde edilemeyince hareket Arapların birlikte bir duruşu benimsemeleri ve ortak hareket etmeleri amacına yakınlaşmıştır. Özellikle İsrail'e karşıtlık ile 1950-1960'larda yükselişe geçmiştir.

Pan Arabizm ile Pan İslamizm her ne kadar özellikle Batı'da halk tarafından yakın terimler olarak algılansa da, anlam, süreç ve amaç açısından tamamen farklı, hatta birçok noktada zıt iki ideolojidir. Pan Arabizm, Pan İslamizm'in tersine, dini temel ve amaçlara sahip değildir. Seküler bir hareket olarak kabul edilen Pan Arabizm'in ünlü düşünürlerin bir kısmı da Müslüman değildir. Ayrıca Pan Arabizm dini değil, kültürel ve milli değer ve unsurlara önem verir, bunlardan köken alır ki bu Pan İslamizm'in zıddıdır.

Bugün Suriye'de Baas Partisi hükumettedir ki bu parti Pan Arabizmi desteklemektedir. Yine eski Irak hükumeti de Baas Partisi'nin elindeydi. Pan Arabizm 1960' larda doruk noktasına ulaşmıştır. Fakat Altı Gün Savaşı ve Pan Arabist hükumetlerin ekonomik gelişmeyi sağlayamamaları harekete büyük bir darbe indirmiş daha sonra, 1980'lerin sonunda yükselen İslami ideolojilerle birlikte Pan Arabizm önemi yitirmiştir. Yine de, Arap entelektüel çevrelerin yanı sıra Arap halklarında ve Arap medyasında önemi hâlâ görülmektedir.


Pan-Arabizmin Siyasi Süreci
Fransız devrimi sonrasında Avrupa’da başlayan milliyetçilik hareketleri Napolyon Bonapart’ın tasfiye edilmesiyle sona erdi. Avusturya’nın öncülük ettiği blok 1848’de dağılınca, milliyetçi akımlar Avrupa’da giderek güçlenmeye başladı. Nitekim çok geçmeden 1861’de İtalya milli birliğini tamamlayarak Avrupa politik sistemi içerisinde yer aldı. Hemen bunun arkasından Almanya, Danimarka, Avusturya ve Fransa’yı dize getirerek 1871’de siyasi birliğini tamamladı. Almanya birliğini tamamladıktan hemen sonra 1856 Paris Kongresi’nin Karadeniz ile ilgili maddesini tanımadığını ilgili devletlere bildirince Rusya vakit kaybetmeksizin Osmanlı Devletine karşı silahlanmaya başladı. Bu süreç Rusya’nın Balkanlarla daha yakından ilgilenmesine neden olurken aynı zamanda burada yaşayan Slav unsurlar etnik milliyetçilik akımına kapıldı. Balkanlarda milliyetçilik akımları güç kazanırken Araplar da dil bakımından Türklerden farklı olduklarını anlasalar da etnik kimlik tam olarak Müslümanlar arasında yaygınlaşmamıştı..



Almanya’nın siyasi birliğini tamamlamasından sonra Balkanlardaki Hristiyanlar milliyetçi emellerinin peşine düşünce, Osmanlı Devleti büyük bir siyasi problemle karşı karşıya kaldı. Rusya’nın Hristiyanları desteklemesi üzerine Balkanlarda sık sık kriz çıkarken Pan-Slavist akımlar güçlendi. 1912’de başlayan Balkan Savaşlarının arkasında Rusya vardı. Balkan Savaşları sonunda Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarını kaybederken, aynı zamanda askeri açıdan çok zayıf bir konumda olduğunu gözler önüne serdi. Bu durum imparatorlukta diğer unsurların da ayrılıkçı isteklerini kabarttı. Hristiyan Balkan milletleri Osmanlı Devleti’ne karşı savaşarak bağımsızlıklarını kazanmıştı. Araplar da kendi bağımsızlıklarını kazanmaması için bir neden yoktu. Arap milliyetçileri daha çok Osmanlı askeri ve bürokrat kesimde görev yapan kişilerdi. Araplar 1900’dan sonra kültürel milliyetçilik akımını benimserken Osmanlı Devleti’nden ayrılmak gibi bir niyetleri yoktu.



Ülkedeki Müslüman unsurlardan biri olan Araplar da milliyetçilikten kaçınılmaz olarak etkilendi. Ancak Araplar arasında başlayan milliyetçilik fikri çok fazla zemin bulamadı. Araplar daha çok Osmanlı Devleti ile bir federasyon içinde yeni bir siyasal düzenlemeyi savunuyordu. Balkan savaşlarından sonra imparatorluk daha çok Türk-Arap devleti haline geldi. İttihatçıların Türk olgusunu dile getirmeleri Arapları tedirgin ederken, Arap milliyetçiliğinin açığa çıkmasına neden oldu. 1908’den sonra İttihatçılar Türk milliyetçiliğine vurgu yapmaları İmparatorluktaki Müslüman unsurları rahatsız etti. Şam, Kahire gibi Arap merkezlerindeki elitler bağımsız bir Arap devleti talebiyle değil, imparatorluk içerisinde Arap eyaletlerinin daha iyi bir konuma gelmesini isteyerek özerkliğe kadar giden bir ademi merkeziyetçilik istediler.


Pan-Arabizmin Birinci Safhası



Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından birkaç ay sonra Osmanlı Devleti, 1914 Kasım’ında Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa katıldı. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi Ortadoğu’nun kaderini değiştirdi. Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin ağır bir yenilgi alması eski gücünü kaybettiğinin açığa çıkartmıştı. Bir takım askeri uzmana göre Birinci Dünya Savaşı 1914 sonunda biteceği tahmin ediliyordu. Ancak Savaşın beklenenden uzun sürmesi savaşan ülkelere büyük maddi ve manevi külfetler yüklemeye başladı. Savaşın her ne pahasına olursa olsun kısa sürede bitmesi gerekiyordu. İlk iş olarak İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ni saf dışı bırakmak için Gelibolu harekâtına girişti. Burada başarısız olmaları üzerine İngiltere Ortadoğu’da yeni arayışlara yöneldi.



1913 yılında Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener ile görüşmesinde Osmanlı ile yaşayabilecekleri bir problem karşısında İngiliz desteğini alıp alamayacağını öğrenmek istemişti. İngiliz yetkililer teklife olumlu veya olumsuz bir cevap vermemişlerdi. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’nin yanında yer alamadı. Şerif Hüseyin Osmanlı egemenliğinden kurtulup bağımsız bir Arap krallığı peşine düştü. Bunun olabilmesi için büyük güçlerden birinin desteğini sağlamayı şart gördü. Savaşın gidişatına göre Şerif Hüseyin tavrını netleştirmek istedi. Bu nedenle bir taraftan Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirirken diğer yandan da İngilizlerle görüşmelerini sürdürdü. Bağdat demiryolunun yapılması Şerif Hüseyin’i mutlu etmedi. Demiryolunun yapılması Osmanlı askeri ve vergi memurlarının bölgeye gelmesine yol açacak bu da Haşimi kabilesinin gücünü kıracaktı. Şerif Hüseyin bunu istemedi. Şerif Hüseyin hem Osmanlı bürokratları hem de Arap elitleri tarafından güvenilmez görülüyordu.



Şerif Hüseyin İngilizlerle görüşürken diğer yandan Osmanlı Devleti’nden de maddi destek almaya devam etti. Birleşik bir Arap krallığı karşılığında Türklere karşı isyan etme kararını aldı. Birleşik bir Arap devletinin kurulması İngiltere’nin yardımına bağlı gözüküyordu. Osmanlı Devleti’nin Kanal Seferi başarısız olmasına rağmen bu durum İngilizleri tedirgin etti. İngiltere’nin Ortadoğu’ya göndereceği fazla kuvveti yoktu. Diğer taraftan Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı Müttefiklerinden yeni bir cephe açmasını istemesi sonucunda, İngiltere ve Fransa Boğazları zorlamalarına rağmen başarılı olamadılar. İngiltere, Osmanlı Devleti’ni yenerek kısa sürede savaşı bitirme amacındaydı. İngilizler Çanakkale Savaşında başarılı olamayınca Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmeyi erteledi. Diğer yandan İngiltere kendi savaş yükünü azaltmak için Arap isteklerini kabul etti. Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ne isyan etmek için uygun zamanı kollamaya başladı.



Arap isyanı resmen 10 Haziran 1916’da başladı. Şerif Hüseyin’e katılan diğer Arap kabileleri Kızıl Deniz kıyısında bulunan Osmanlı garnizonlarına saldırırken İngiliz deniz gücü de onlara yardım etti. Araplar başarı kazanınca İngilizlerin Araplara silah ve para yardımı daha da arttı. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ve onun danışmanlığını yapan İngiliz Lawrence Hicaz demiryoluna sık sık saldırarak Osmanlı ikmal hattını kesmeye çalıştı. 1917’de Rusya’da Bolşevik devrimi Çarlık Rusya’sında yapılan gizli anlaşmaları açıkladı. Bu durum Arapları rahatsız ettiyse de İngilizlerle ittifaklarını bozmadılar. Savaş Osmanlı aleyhine 1918 yılında da devam ederken Şam, Faysal’ın eline geçti. Savaş sona erince Arapların da bağımsızlık talepleri yükselmeye başladı. 2 Temmuz 1919 Büyük Suriye Kongresi’nde tam bağımsız Suriye taleplerini dile getirdiler. Suriye sınırları Filistin’den, Lübnan’a, Çukurova’yı da içerisine alan bir şekilde tarif edildi. Savaş sonucunda Pan-Arap ideali gerçekleşecek gibi gözüküyordu.



Savaş sonrasında muzaffer devletlerin yanında yer alan Arapların beklentisi birleşik bir Arap krallığı kurulmasından yanaydı. Arapça konuşan ülkeleri kapsarken Mısır bunun dışında tutuldu. Arap milliyetçileri, özellikle Suriye’dekiler savaş sonunda İngilizlerin desteğini alacağından emindi. Paris Barış görüşmeleri başlarken Araplarda iyimser bir hava hâkim idi. Ancak Paris Barış görüşmelerinde Arapların beklediği karar çıkmadı. Arap temsilcisi olarak orada bulunan Faysal istediklerini elde edemeyince Suriye’ye dönmek zorunda kaldı. Paris Barış Konferansında Suriye’nin Fransız mandaterliğine bırakılması Araplar için tam bir hayal kırıklığı oldu. 12 Mart 1921’de yapılan Kahire Kongresinde Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarında yeni birçok devlet kuruldu. Birleşik bir Arap krallığı kurma amacıyla Osmanlı devletine isyan eden Araplar şimdi parçalanmış bir hale geldi. Avrupalı güçler sınırları cetvelle çizilen birçok suni devlet oluştururken hiç kuşkusuz bunlar Avrupalı devletlerin stratejik çıkarlarına göre oluştu.



Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da suni diyebileceğimiz birçok devlet için, tek başlarına varlıklarını sürdürmeleri mümkün olmadığından mandater devlet statüsü oluşturuldu. Araplar, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettiklerinde kendilerine birleşik bir Arap devleti kurulması sözü İngiltere tarafından verilmişti. Bu devlet Arapça konuşan halklardan oluşacaktı. Ancak şimdi durum tamamen farklı idi. Araplar tek bir devlet yönetiminde olmadığı gibi şimdi Hristiyan devletlerin egemenliği altında parçalanmış bir konuma geldi. Bu Araplar için tam bir hayal kırıklığı oldu. Bu yeni siyasal oluşuma tepki olarak Suriye’de Fransızlara karşı başlatılan direniş bir sonuca ulaşamadı. Araplar kendilerini aldatılmış hissederken Pan-Arap ideali şimdi çok daha uzaklardaydı.



Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak İngiliz ve Fransız mandaterliği kuruldu. Araplara göre Lübnan Suriye’nin bir parçasıydı. Lübnan çok etnik ve dini yapıya sahipti. Burada yaşayan Durziler ve Maroniler dışarıdan gelen Araplar tarafından yönetilmek istemiyordu. Bu parçalanmışlık Fransızların buradaki işlerini kolaylaştırdı. Araplar her ne kadar deniz ötesinden gelen emperyalistler tarafından yönetilmek istemese de durum çok farklı oldu. Modern anlamda Arap milliyetçiliğini destekleyecek toplumsal dinamikler çok azdı. Kentlerde insanlar kendilerini daha çok dinsel aidiyetlerine göre tanımlıyorlardı.



Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki oluşum Arap entelektüel kesimi büyük hayal kırıklığına uğrattı. Faysal, Şam’a kendi güçleri ile aldığını ileri sürmüş, Suriye Büyük Kongresinde kendisini kral olarak seçmişti. Ancak Milletler Cemiyeti tarafından Suriye Fransa mandaterliğine verilince Faysal bu kararı tanımadı. Ayrıca Faysal bağımsız Lübnan’a da karşı çıkarak oranın Suriye’nin bir parçası olduğunu ileri sürdü. Fransız kuvvetler 23 Temmuz 1920’de Şam yakınlarında Maysalun’da Arapları büyük bir yenilgiye uğratınca Faysal kaçmak zorunda kaldı. Bunun üzerine İngiltere araya girerek 1921 yılında Faysal’ı Irak kralı yaptı. Faysal Batılı bir güç tarafından desteklenmedikçe bir şey yapamayacağını anladı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arapların birleşik bir devlet kurma ihtimali ortadan kalkarken Batılı devletlere karşı güvensizlik duymalarına neden oldu. Aynı zamanda da Batı karşıtlığının temelleri de ekildi.



Pan Arabizmin ikinci safhası



Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu topraklarında oluşan yeni mandater statüdeki Arap ülkeleri birbirleri ile uyum içinde olmadı. Faysal Şii nüfusun çok olduğu Irak’ta Sünni bir kral oldu. Kardeşi Abdullah Ürdün’de oluşturulan devletin başına getirildi. Suriye Fransızların yönetimine bırakıldı. Bütün bu gelişmeler Arap elitlerinin beklemediği bir şeydi. Irak Suni bir kralın yönetiminde olduğundan İran bundan tedirgindi. Irak hem Türkiye’ye hem de İran’a karşı güçsüz bir konumda olduğundan İngiliz desteğine daha çok ihtiyaç duyuyordu. Irak, Türkiye ile Musul konusunda yaptığı anlaşmayla güvenlik kaygılarını bir ölçüde giderdi. Diğer yandan Suudiler Haşimileri Hicaz’dan kovunca Faysal’ın tedirginliği arttı. Irak ile Suudi sınırında aşiret kavgaları sık sık bu iki devleti karşı karşıya getiriyor ve politik bir krize dönüştürüyordu. Bu ortamda Faysal kendisini daha güvenli hissedecek arayışlara yöneldi. Faysal, Suriye’yi kendisi ile işbirliği yapabilecek bir devlet olarak gördü. Irak petrolü Suriye üzerinden Akdeniz’e taşınabilirdi. Böylelikle İran’la yaşanabilecek bir sorunda Akdeniz Basra körfezine alternatif olabilirdi. Ayrıca Faysal’ın Şam’la ilgili tarihi bağları vardı. Şam’da taç giymişti. Ayrıca Şam bu bağlamda Arap bağımsızlığını sembolize ediyordu. Diğer taraftan Suriye parçalanmıştı. Fransa Türkiye ile yakınlaşmaya başladığından Sancak’ın Türkiye verilmesinden çekinmekteydi. Bu olduğu takdirde Türklerin Musul içinde harekete geçebileceği korkusunu taşımaktaydı.



Suriye milliyetçileri Fransız mandaterliğine karşı birçok kez isyan etmelerine rağmen başarılı olamadılar. Fransa, Suriye’nin Ürdün ve Irak ile komşu olmasından rahatsızdı. 1925’te çıkan isyanı Fransızlar bastırmakta zorluk çekerken İngilizlerden de kuşkulanmışlardı. İsyanın başarısızlığa uğramasının ardından Suriyeliler onurlu bir işbirliğini benimsedi. İngilizler Şerif Hüseyin’in küçük oğlunu Suriye kralı yapabileceği endişesini taşıyordu. Bu nedenle Suriye’de kendi konumlarını sağlama almak için halka çeşitli vaatlerde bulundu. Fransız yönetimi 1928’de yeni bir anayasa yapılacağını ilan edince Şerif Hüseyin’in küçük oğlunu Suriye tahtına geçirmek için yeni bir ümit doğdu. Seçimler yaklaşınca Faysal hemen adamlarını Suriye’ye gönderdi. Faysal taraftarları Monarşi yanlısı bir parti kurduysalar da fazla etkili olamadılar. Suriyeliler bunu Suriye’nin Irak’a katılması şeklinde algılanınca Suriye’nin değişik kesimlerinde bir korkuya neden oldu. Özellikle de Suni olmayanlar dışında.



Irak Arap ülkeleri içerisinde bağımsızlığını kazanan ilk devlet olarak 1932 yılında Milletler Cemiyetine katıldı. Irak diğer Arap devletlerinin de örnek olacağı bir ülke konumuna yükseldi. Burada pivot rolü de Irak üstlenecekti. Milliyetçi Araplar Irak’a bu açıdan baktı. Faysal’ın Suriye’yi Irak’a katmasından endişeliydiler. Irak bağımsızlığı kazanarak Arap ülkeleri arasında daha etkin bir konuma yükseldi. Irak bağımsızlık çabalarını diğer Arap ülkeleri içinde seferber edebilirdi. Arap milliyetçisi olan eski Genel Kurmay Başkanı Taha el Haşimi, Irak’ın öncü bir rol oynayacağını Arap birliğinin koruyucusu olacağını belirtti.



Bütün bu gelişmeler yaşanırken 1929’da İngiliz Mandater Yönetimi altında olan Filistin’de Yahudilerle Araplar arasında çatışma çıktı. Filistin sorunu Arap dünyasının da dikkatini bu olaydan sonra çekmeye başladı. Faysal’a göre Filistin Irak ile Suriye’ye bağlanmalı idi. Bu yapı içerisinde Yahudiler azınlık olduğundan hakları korunacaktı. İngilizler ise Filistin’in kendi idarelerinde olduğunu bilerek başkalarının işin içine girmesine hoş bakmadılar. Bunun yanı sıra Filistin İngiltere için Akdeniz’de stratejik öneme sahip bir deniz üssü haline geldi. Filistin Uzakdoğu’ya giden yol üzerindeydi. Faysal, Pan-Arap ideolojisini gerçekleştirmenin zor olduğunu görünce bu kez 1930’dan sonra Arap ülkeleri ile bir ittifak yaparak bir araya getirmeye çalıştı. 1930’ların sonuna doğru Ürdün ile bir dostluk anlaşması imzaladı. Bu anlaşma diğer Arap ülkeleri için bir örnek olacağını düşündü. Suriye’deki Fransız yönetimi buna karşı çıkmasa da böyle bir anlaşmayı imzalamaya yanaşmadı. Ancak Suriye’deki Fransız yöneticiler Faysal’ın Suriye halkı tarafından kral seçilmesi halinde karşı çıkmayacaklarını da açıkladılar.



1930’lardan sonra Suriye’deki Fransız Mandater yönetimi gelecekteki düzenlemeler için bir arayış içerisinde oldu. Artan milliyetçilik Fransızları zaman zaman zorluyordu. Fransa, kendilerinden sonra Suriye’nin nasıl yönetileceği konusunda Faysal ile görüşmeye başladı. Yapılacak seçim ile yeni bir hükümet kurulacağını Fransız mandaterliği açıkladı. Fransızların bu tutumu Faysal’a cesaret verince Faysal yanlıları Suriye’deki faaliyetlerini artırdı. 1919’daki Suriye Kongresi birleşik Suriye için anayasal monarşi yönetimini uygun görmüş ve Suriye’nin sınırları da Filistin ve Lübnan’ı içine alan bir şekilde çizmişti. Seçimlerde milliyetçiler Fransız yönetimine sert eleştirilerde bulundu. Suriye ve Irak’taki Faysal yanlıları Suriye tahtı için Haşimi soyundan bir kralın olması gerektiğini savundu. Faysal kendi isteklerinin kabul edilebilmesi için İngiliz desteğini almasının gerekli olduğunu biliyordu. 1932’de Fransa’daki seçimleri Sol kesim kazanınca Arap milliyetçileri bağımsızlık konusunda büyük bir beklenti içerisine girdi. Ancak Faysal’ın 1933’de ölmesi bu gelişmelere bir sekte vurdu.



1932 yılında Faysal birleşik bir Arap devleti kurulmasının çok zor olduğunu fark etti. Bunun yerine ittifaklar yaparak Arapları birleştirebilirdi. Bunun ilk aşaması Suriye idi. Suriye bağımsızlığını kazandıktan sonra ittifaka üye olabilirdi. Ürdün ise bağımsızlığını kazandıktan sonra kolayca Irak’a katılabilirdi. Hicaz İbni Suud’un ölümünden sonra olumlu gelişmeler beklenebilirdi. Bütün bunların gerçekleşmesi İngiliz desteğine bağlıydı. Faysal 1933 Haziranında İngiltere’ye gittiğinde İngiliz desteğini sağlamak için Filistin’de Yahudiler lehine düzenlemeler yapılabileceğini belirtti. Faysal’ın zamansız ölümü bu sürecin yarım kalmasına neden oldu.



Arap milliyetçileri, Arapların yabancı boyunduruğundan kurtulması gerektiğini 1930’lardan sonra daha sık dile getirmeye başladı. Özellikle Filistin’de Yahudilerin daha fazla sayıda yerleşmesi Arapları rahatsız etmekteydi. Mısırlı Arap milliyetçilerinin katılımıyla da Suriye ve Filistin’in bağımsızlığı daha sık vurgulanmaya başlandı. 1931 Aralık ayında Kudüs’te bir Arap Kongresi toplandı. Bu toplantıda Arapların bir bütün ve bölünemez olduğu, bütün gayelerinin tam bağımsız olduğu ve emperyalizmin her çeşidine karşı olduğu kabul edildi. Kongreye her ülkeden Arap temsilcileri seçildiğinden Arap ülkelerindeki etkisi de büyük oldu. Kongrenin estirdiği olumlu havayla Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa 1932’de Lübnan’a gitti. Faysal’da Amman’a giderek kongre kararlarını anlattı. Irak’ın etkili kişileri Mısır’a giderek programa daha fazla destek vermelerini sağlamaya çalıştılar.



İngilizler Iraklı milliyetçilerin görüşlerini desteklemedi. Arap milliyetçiler Filistin ile Ürdün’ün birleşmesini istiyordu. Faysal, İngiltere’nin karşı olduğu bir projenin hayata geçirmenin imkânsız olduğunu bildiğinden geri adım attı. Irak’ta durum değişmeye başlayınca Iraklı milliyetçiler bütün Arap partilerinin birleşmesi önerisinde bulundu. Diğer taraftan bütün Arap milliyetçileri aynı görüş altında birleştirmek zordu. Suriye’deki Arap milliyetçiler Suriye’de Haşimi soydan gelen birinin kral olmasına karşı itirazları yükselmeye başlandı. Fransızlar da 1932’den sonra Suriye’de Haşimi bir kral olmasına soğuk bakmaya başladı. Ürdün kralı Abdullah, Suriye’ye kardeşlerinden birinin kral olmasına açıkça karşı çıktı. Suriye konusunda Faysal ile Abdullah’ın farklı görüşleri Faysal’ın işini daha da zorlaştırdı. Bunun yanı sıra Suudiler de Fransızlara baskı yaparak Faysal’ın veya Haşimi soyundan gelen birinin Suriye kralı olmasına karşı çıktı. Bunun üzerine Suriye’deki Haşimi karşıtları seslerini daha fazla yükseltmeye başladı. Mısır’da Haşimi karşıtı bir tutum takınarak Mısır Hidiv hanedanına mensup birinin Suriye’yi yönetmesini istedi. Ancak Faysal’ın ölümü Suriye’ye kimin kral olması sorununu gündemden düşürdü.



Faysal’ın cenaze törenine katılan Arap liderler Arap birliğine değinmediler. Ancak Suriye ve Lübnan’dan gelen Müslüman liderler Arap birliği sorununa değindiler. Pan Arap politikasının en büyük destekçisinin ölümü üzerine Suriye’nin Irak ile birleşmesi gündemden kalktı. Bunun olması için özellikle İngiltere’nin Faysal’ı desteklemesi gerekmekteydi. İngiltere’de etkili olan Siyonist liderlerin birleşik bir Arap devletine olumlu yaklaşmaları düşünülemezdi. İngiltere’nin Pan Arap politikasını desteklemesi üzerine Fransa, Suriye’de daha rahat hareket etmeye başladı. Arap milliyetçilerinin Birinci Dünya Savaşından sonra birleşik bir Arap devleti kurma gayesi de büyük bir başarısızlığa uğramış oldu. Faysal öncülüğünde Pan-Arap birliğini federasyon şeklinde gerçekleştirme projesi de başarıya ulaşamadı.





Pan-Arabizmin Üçüncü Safhası



Faysal öldükten sonra Arap birliği yönündeki çabalar sekteye uğradı. Almanya’da Nazi Partisi iktidara geldikten sonra Filistin’e Yahudi göçü hızlanması Arapların tepkisini çekmesine neden oldu. Filistin’deki İngiliz yönetimine karşı başlatılan direniş 1936’dan 1939’a kadar sürdü. Filistin meselesi bu tarihten sonra Arapların önem verdiği temel mesele oldu. Araplar Filistin ile uğraşırken 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılması Arap milliyetçilerinin tepkisine neden oldu. Zeki Arsuzi Arap milli hareketi içinde önemli bir figürdü. Onun 1930’larda başlayan siyasi faaliyetleri Arap Milli Hareket Cephesini oluşturdu. Arsuzi’nin politik çalışmaları Arap gençliğini yanına çekti. 1938’de Hatay, Suriye’den ayrıldığı zaman, Milli Blok’taki politik liderler buna karşı büyük bir kampanya başlattılar. Bu Milli Blok’un Nazi ve Faşist modellere göre organize ettiği “demir gömlekliler”in yaptıkları gösteriler kamuoyunun pek fazla dikkatini çekmedi. Suriyeli Araplar 1939 yılına gelindiğinde mandater yönetimle işbirliği yapmama politikası izledi. Ancak burada hareketin önde gelen liderlerinden birinin ölmesi bu direnişi zayıflattı. Arsuzi, politik olarak burada fazla etkili olamayınca 1939’da Milli Arap Partisi’ni kurdu. Bu parti fazla etkili olamadı. 1940’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasından sonra Zeki Arsuzi ve altı arkadaşı Arap Baas Partisi’ni kurdu. Avrupa’nın Faşist partileri örneğine göre organize oldu. Baascılar Hatay’ın Türkiye’den geri alınmasını isterken aşırı bir şekilde yabancı düşmanlığı tutumunu benimsemişti. Parti kendisini Suriyeli olmaktan çok bir Arap partisi olduğunu ileri sürdü.



II. Dünya Savaşı’ndan sonra Arap devletleri bağımsızlıklarını kazandı. Suriye, Lübnan ve Ürdün bağımsızlıklarını kazandı. Böylece Filistin dışında mandater statüde olan bir Arap toprağı yoktu. Ancak bu bağımsızlık Arap halkının mücadelesi veya savaş meydanlarında kazanılmamıştı. Yeni devletler Pan-Arap veya Arap Birliği gibi politik hedefler bir tarafa bırakılarak, birbirlerinin bağımsızlığına saygı göstermeyi amaçlayan bir tutuma yöneldiler. Birbirlerine yardım ederken birbirlerine saygı göstereceklerdi. Filistin meselesinde Birleşmiş Milletler’in verdiği karar Arap ülkelerinin tepkisine neden oldu. 1948’de İngiltere Filistin’den çekileceğini açıklayınca bütün Arap devletleri İsrail’e karşı savaşma kararı aldı. Yapılan savaş Araplar için tam bir hayal kırıklığı oldu. İsrail’in kurulmasına engel olamadıkları gibi Araplar savaş alanlarında yenilgiye uğradı.



İsrail’in kurulmasını Araplar emperyalistlerin devletlerin İsrail’e yaptıkları yardım ile açıklamaya çalıştı. Araplar Filistin’de kendi toprakları saydığı bir yerde yeni bir devlet kurulmasını hazmedemedi. Bu Arap ülkelerinde birçok askeri darbenin yapılmasına neden oldu. 1949 ile 1954 arasında üç kez askeri darbeye maruz kaldı. Ürdün Kralı Abdullah ülkenin ismini değiştirerek Filistin topraklarının bir kısmını ülkesine kattı. Hemen arkasından, İsrail ile gizli görüşmeler yaptığı gerekçesi ile bir suikasta uğrayarak hayatını kaybetti. 1952’de Mısır’ın 1948 savaşında başarısızlığını öne sürerek Hür subaylar öncülüğünde darbe oldu. Arkasından 1954’te yeni bir darbe daha yapılarak Albay Nasır iktidarı ele geçirdi. 1958’de de Irak’ta monarşi yıkıldı. Arap devletleri Ortadoğu’daki bu oluşumdan sert bir şekilde etkilendi.



Arap devletleri bağımsızlığın her şey çare olacağını beklerken olaylar tamamen farklı gelişti. Arap devletleri bağımsızlıklarını kazandıkları halde askeri zayıflıklarını, az gelişmiş bir devlet olmaktan çıkamadıkları açıkça belli olmuştu. 1920’den 1948’e kadar anti-emperyalist bir çizgide olan Arap milliyetçiliği 1948’den sonra devrimci bir kimliğe büründü. Hiç kuşkusuz bunda II. Dünya Savaşından sonra oluşan iki kutuplu bir dünyanın etkisi olmuştu. Sosyalist akımların popüler olduğu bir dönemde, Sosyalist eğilimler Arap dünyasında güç kazanmaya başladı. 1948 yenilgisi Arap entelektüelleri arasında çok derin izler bıraktı. Araplar neden başarısız olduklarını araştırmak yerine Batı devletlerinin İsrail’e sınırsız yardım yaptığına inandılar. Bu süreçte özellikle toprak konusu Arapları birinci derecede ilgilendiren ve aynı zamanda onları bu konuda birleştiren önemli bir faktördü. Arap liderliği Filistin meselesine el atmaktan geçiyordu. Arap dünyasında anti-emperyalizm söylemi yanında Sosyalizme, devrime vurgu daha çok yapılmaya başlandı.



Pan-Arabizmin Dördüncü Safhası



Araplar silahlarının eski, demode olduğu için İsrail ile baş edemeyeceklerini buna karşılık İsrail’e Batı ülkelerinin silah yardımı yaptığı için askeri bakımdan güçlü olduğunu düşünüyorlardı. Her şeyden önce İsrail’e karşı bir intikam savaşı için modern silahlara sahip olmalıydılar. Ayrıca halkı topyekûn bir mücadeleye sokmak için Baas Partisi “birlik, özgürlük, sosyalizm” sloganını benimsedi. Baascılar Arap ülkelerinde giderek kendilerine daha güçlü zemin buldu.



Nasır’ın Çekoslovakya ile yaptığı silah anlaşması onu Arap dünyasında oldukça popülerleştirdi. Pragmatik bir lider olarak ilk başlarda sosyalist eğilimde olmamasına rağmen ABD’nin Avsan Barajına kredi vermemesi üzerine Sovyetlere yönelerek sosyalist bir söylem benimsedi. Bunun arkasından Süveyş Kanalını millileştirmesi onu tartışmasız Pan-Arap lideri yaptı. O sırada Türkiye’nin, Bağdat Paktı’nı kurması ve Ortadoğu’da daha aktif bir politika izlemesine karşı çıktı. Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın Türkiye ile yakın ilişki kurması, Irak’ın Bağdat Paktı’na katılmasını Nasır kendi liderliğine bir tehdit olarak algıladı. 1956 Süveyş krizinde askeri yenilgi almasına karşılık bunu diplomatik zafere çevirmesini bildi. Süveyş krizinden sonra Filistin sorunu ile ilgilenirken aynı zamanda bütün Araplarla ilgilenmeye başladı. 1 Şubat 1958’de Suriye ile Mısır, Nasır başkanlığında birleşti. Nasır’a göre Arap Birliği’ne giden ilk adımdı. Mısır’ın ekonomik gücüne bakmadan Yemen’e mali ve askeri yardım yapmaktan çekinmedi. Nasır,1958’de Irak’ta General Kasım önderliğinde askeri darbe yapılması üzerine Pan-Arab lideri oldu. Bundan sonra ilk iş olarak İsrail’e karşı savaşmayı kafasına koydu. Bütün Arap caddelerinde Nasır’ın posterleri taşınmaya başladı. Nasır’ın popülerliği artmasına rağmen Lübnan ve Ürdün birliğe katılmadı. 1961’de Suriye de askeri darbe sonucunda birlikten ayrıldı.



Nasır’ın Pan-Arap liderliği 1967’deki İsrail ile yapılan Altı Gün Savaşı’ndan sonra sona erdi. Araplar bir kez daha İsrail karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu Nasır için büyük bir felaket oldu. Nasır ve Arap ülkelerindeki Baas Partileri sürekli İsrail’e karşı bir savaştan söz etmelerine karşılık hiçbir varlık gösteremedi. Araplar için büyük bir utançtı. İsrail kendisine karşı savaşan Mısır, Suriye ve Ürdün’ü aynı anda yenilgiye uğrattı. Araplar kendi parlak geçmişleri ile övünmelerine rağmen küçük bir devlet karşısında tutunamamışlardı. Araplar İsrail’i yenemeyecekleri anlayınca gerilla savaşını yöneldiler. Filistin Kurtuluş Ordusu bu amaçla kuruldu. Pan-Arabizm politikası Araplar arasında eleştirilmeye başlandı. Arap devletleri arasında farklı beklentiler Altı Gün Savaşı’ndan sonra çok açık bir biçimde ortaya çıktı.



Pan-Arabizmin Son Safhası

Mısır’da Nasır’dan sonra onun yerine geçen Enver Sedat İsrail’e karşı bir intikam savaşına hazırlandı. ABD, Mısır’ın İsrail karşısında askeri bir başarısının Mısırlıların onurunu tamir edeceğini düşünüyordu. ABD’lilere göre bu gerçekleştiği takdirde savaş sonunda her iki devlet barışa yanaşabilecekti. 1973 Ekiminde ilk başlarda savaş Mısır lehine olsa da durum değişti. Araya büyük devletlerin girmesiyle İsrail ile Mısır arasında ateşkes imzalandı. Mısır, İsrail’i savaş alanlarında yenemeyeceğini anlayınca kalıcı bir barış yapmaya razı oldu. Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Mısır, Sovyetler Birliği ile ilişkilerini keserek ABD’ye yöneldi. 1978’de Camp Davit sözleşmesini imzalayarak Altı Gün Savaşı’nda kaybettiği Sina Yarımadasını İsrail’den geri aldı. Mısır böylelikle Pan-Arap liderliğinden vazgeçti. Arap dünyasında radikaller Enver Sedat’ı İsrail ile barış yaptığı için öldürdü. İsrail bölgede gücünü gösterirken ona karşı mücadele edecek bir devlet kalmadı. Pan-Arap liderliği sahipsiz kaldı. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ederken Suriye fazla tepki gösteremedi. Arap ülkeleri uzun süre dikta altında yönetilirken azgelişmişlikten kurtulamadı.



1979’da İran’da Ayetullah Humeyni önderliğinde ayaklanan İran halkı Muhammed Rıza Şah Pehlevi’yi devirdi. Rıza Pehlevi ve onun hükümetleri ABD ile yakın ilişkiler kurmuştu. İran’da iktidar değişikliği olunca Pehlevi yanlısı subaylar ülkeyi terk ederken bir kısmı da ordudaki aktif görevlerini bıraktı. Bu durumu fırsat gören Irak diktatörü Saddam Hüseyin, İran’a saldırdı. Saddam İran’a saldırırken Batı ülkelerinin yardımına güvendi. Bu savaştan galip ayrıldığı takdirde bölgede söz sahibi olabilecek, Arapların gözünde büyüyecekti. Ancak İran-Irak savaşı Saddam’ın beklediği doğrultuda gelişmedi. Savaş uzadıkça savaşın Irak’a getirdiği ekonomik yük de ağırlaştı. Sekiz yıl süren bu savaş Irak’ı bölgesel güç olmaktan çıkardı. Saddam bu kez savaş kayıplarını telafi edebilmek için Kuveyt’i işgal etmesi yeni bir krizi başlattı. Saddam, Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğunu ileri sürdü.



Başta ABD olmak üzere diğer ülkeler Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesine karşı çıktı. Arap ülkeleri de Saddam’ın bu hareketini onaylamadı. 1991’in Ocak ayında ABD önderliğinde Irak’a karşı koalisyon savaşı başladı. Irak savaşı kaybederek Kuveyt’ten çıkmak zorunda kaldı. Böylelikle Pan-Arap liderliğine soyunan Saddam Hüseyin büyük bir darbe aldı. Saddam sonrasında ise Pan-Arap liderliğini üstlenen veya bunu hedefleyen her hangi bir Arap ülkesi olmadı. Böylelikle Arapları bir çatı altında toplamayı amaçlayan politik süreç başarısızlıkla sonuçlandı. Arap milliyetçilik hareketi İsrail karşısında başarısızlığa uğrayınca İslami söylem güçlenmeye başladı. Bugün için Pan-Arap idealinden daha çok Arap ülkelerinde İslami söylemin daha ağır bastığı görülmektedir. Yapısal olarak da Arapların bir bütün olarak ortak bir politika izlemeleri şu an için oldukça zor gözükmektedir.