Yazar, şair, felsefeci. Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar ve çevirmen olarak devam etmiş, edebiyata ve düşünce dünyasına önemli katkıları olmuştur. Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli düşünürlerden biridir. David Hume, Rainer Maria Rilke, Ludwig Wittgenstein, Friedrich Nietzsche, Hans von Hentig, Matsuo Basho ve Paul Celan'ın eserlerini Türkçe'ye çevirerek literatüre kazandırmıştır. Özgün ve yalın bir stille yazdığı haiku (Japon tarzı kısa şiir) tarzındaki şiirleri yediden yetmişe bir çok okuyucuya ulaşmış ve sevilmiştir. Aruoba, aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir biçimde kaleme almış ve Türkiye'nin Friedrich Nietzsche'si olarak anılmıştır. İle, Uzak, Yakın, Hani, Yürüme, De ki İşte, Tümceler, Ne ki Hiç yazarın önemli kitaplarındandır.
Oruç Aruoba, 1976 yılında başlamak üzere bir yıl süreyle Almanya'daki Tübingen Üniversitesi'nde felsefe semineri üyeliği yaptı. Ayrıca 1981'de Yeni Zelanda'ya giden yazar, Victoria Üniversitesi'nde konuk öğrenim üyeliğinde bulundu. 1983 yılında akademisyen olarak çalışmayı bırakıp üniversiteyle ilişiğini kesti. Bu dönemde İstanbul'a yerleşti ve çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı. Ağırlıklı olarak yazı ve çeviri işleriyle uğraşan Aruoba'nın çalışmaları saygın edebiyat dergilerinde yer aldı.
Bir dönem Açık Radyo'da Filozof Dedikoduları isimli programı da hazırlayıp sunan Aruoba, Ludwig Wittgenstein'ın eserlerini Türkçe'ye ilk çeviren kişi olarak da bilinmektedir.
Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin her yıl düzenlediği “Assos'ta Felsefe” etkinliklerine konuşmacı olarak katılan yazar, “Felsefenin Hayvanına Ne Oldu?”, “Bilim ve Din” gibi birçok başlıkta sunumlar gerçekleştirmektedir. Ayrıca, Füsun Akatlı Kültür ve Sanat Ödülü etkinlikleri kapsamında gerçekleştirilen sempozyuma da konuşmacı olarak katılmıştır.
Oruç Aruoba, 2006 ve 2011 yıllarında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü yarışmasında Füsun Akatlı, Ahmet Cemâl, Doğan Hızlan, Nüket Esen, Orhan Koçak, Nilüfer Kuyaş ve Emin Özdemir ile birlikte seçici kurulda yer almıştır.
Aruoba’nın şiirlerinde kullandığı üslup ve noktalama işaretlerinin edebiyat kurallarının dışında olmasına rağmen bu durum akademik çevrelerce sanatçının üslubu olarak değerlendirmiştir.
Oruç Aruoba, 31 Mayıs 2020 tarihinde İstanbul'da 72 yaşında vefat etti.
Kitapları
Tümceler (1990)
De ki İşte (1990)
Yürüme (1992)
Hani (1993)
Ol an (1994)
Kesik Esin-tiler (1994)
Geç Gelen Ağıtlar (1994)
Sayıklamalar (1994)
Uzak (1995)
Yakın (1997)
Ne Ki Hiç (1997 haikular)
İle (1998)
Çengelköy Defteri (2001)
Olmayalı (2003)
Doğançay`ın Çınarları (2004)
Plan-pr.com'dan İpet Altınay'ın İş Dünyası, Felsefe, İnsan ve Toplum Konuları Üzerine Oruç Aruoba İle Gerçekleştirdiği Söyleşi
Felsefe ve iş dünyası arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz?
Aruoba: Felsefe tarihinin en büyük filozofu, yani Sokrates, aylaktır. Ne iş yaptığı ve nasıl geçindiği bugüne kadar bir muammadır. Gençliğinde kısa bir dönem askerlik yapmış, herhalde o sırada bir para veriyorlardı. 60 yaşına kadar yaşıyor, idam ediliyor, ama yaşamı boyunca nasıl geçindiği hiç bilinmiyor. Felsefe ile iş dünyası arasında kurulabilecek ilk bağ demek ki olmama bağlantısı.
İkisi de üretim yapmıyor mu?
Aruoba: Felsefe düşünce üretmektir. Düşünce ne kadar üretmekse tabii. Cümle üretmektir. Ortaya cümleler çıkar felsefede. Marx’ın yaptığı ayrımı yaparsak; kullanım değeri olabilir ama pek değiş-tokuş değeri galiba yok. Felsefe kitabı satılınca ne oluyor bilmiyorum. Onun bir fiyatı da var, bir değiş-tokuş değeri var. Ama okuyan için kullanım değeri nedir onu bilmiyorum. Çok karmaşık birşeyi yalın hale getirmeye çalıştığınız zaman, onun orasında burasında karmaşıklıklar kalır hep. Yalınlaştırmaya çalışır felsefe ama, birşey belki ne kadar yalın hale getirilirse o kadar karmaşık hale gelir aynı zamanda.
Popüler kültür felsefeyi doğru anlamda mı kullanıyor?
Aruoba: Hayır, popüler hale geldiği anda çarpıtılmıştır felsefe. Tek kişi işidir felsefe. İster yaparken, ister okurken. Okurken iki kişi karşı karşıyadır. İki kafa karşı karşıyadır. Yaparken tek kafa, yalnız başına.
Felsefede bir ekip çalışmasından bahsedemeyecek miyiz?
Aruoba: Çok iyi anlaşan iki felsefeci ortak bir proje yapabilirler ama her bir bölümü birisinindir. İkisi birleştirmişlerdir sadece düşüncelerini. Ekip şu açıdan düşünülebilir. Diyalogdur felsefenin başlangıcı her zaman. İki kişinin karşı karşıya, birisinin soru sorup, ötekinin cevap vermesi. Diyalog çok önemlidir. Felsefe tarihi içinde filozofların birbirleriyle diyalogları vardır. Kant Hume’ı okur, Spinoza Descartes’ı okur, mektuplaşmalar vardır. Oluşması sırasında usta-çırak ilişkisi mevcuttur felsefede. Felsefe yapmayı birisinin ötekisine öğretmesi gerekiyor. Çünkü belli bir iş yapmadır felsefe, kendi üzerine bir iş yapmadır, kendine ve kendi ile bir iş yapmadır felsefe. O işin de ustaları vardır, çırakları vardır. Aruoba: Felsefe eninde sonunda insanın belli bir düşünme biçimidir. Bu da bütün insanlarda var. Ama çoğunluk insanlar epey erken bir yaşta unuturlar onu, düşünme biçimini. Bazıları hatırlamaya devam edip, felsefeyle uğraşırlar. Küçük çocuklarda çok güzel görebilirsiniz. Sosyalleşme öncesi, 5-6 yaştaki çocuklar sürekli felsefe yaparlar. Birşeyin ne olduğunu irdelemekle başlar felsefe. En temelde “Ben neyim?” sorusu yatar.
Niye unutuyor insanlar?
Aruoba: Sosyalleşiyorlar da ondan.
Siz sosyal misiniz?
Aruoba: Hayır, olmamaya çalışıyorum.
Ama asosyal gibi de durmuyorsunuz?
Aruoba: Asosyal de olmaya çalışmıyorum.
İletişim süreci içinde markaların ve firmaların felsefesinden söz ediliyor. Artık markaların ve firmaların bir felsefesi var. Aruoba: Felsefe sözcüğünü yanlış kullanıyorlar. Sanırım dünya görüşü demek istiyorlar. Çünkü felsefenin, üretildikten sonra, en son verdiği şey dünyaya belli bir açıdan bakmaktır. Onların bahsettikleri dünyaya belli bir gözle bakma, dünya görüşü herhalde. Bir x firmasının felsefesi ne olabilir? Buna ancak tırnak içinde felsefe denilebilir. Felsefe sözcüğünün orada kullanılması yanlış. Bu söylemi bırakmaları gerekir.
Filozoflar mutlu mu sizce?
Aruoba: Hayır.
Felsefe yapmayanlar?
Aruoba: Mutluluk çok görece bir şey. Bir insanın mutlu olması ile kendini mutlu hissetmesi her zaman çakışmayabilir. İki türlü de yanılabilir. Aslında mutludur da, mutlu olduğunun farkında değildir. Kendini mutlu saymaktadır ama aslında mutsuzdur. Karışık iştir mutluluk.
Ya felsefenin yardımı?
Aruoba: Felsefe en temelde huzursuzluktan başlar. Birşeyden rahatsız olduğunuz zaman, birşey garip geldiği zaman, birşeye hayret ettiğiniz zaman felsefe yapma ihtiyacı duyarsınız. Yani bir sorunla karşı karşıyasınızdır. Çözmeniz gereken birşey vardır. Sorun çözmenin çok yolu var. Aruoba: Ama anlayamadığınız ve bir anlam vermeye çalıştığınız birşeydir felsefe sorunu. Nasıl oluyor da böyle oluyor, böyle olmaması gerekir diye düşündüğünüz birşeydir. Çelişme, yani karşılıklı iki yanılgının yarattığı bir çelişmeden yola çıkar her zaman felsefe.
Oysa çelişmesiz bir yaşamın peşinde değil miyiz?
Aruoba: Tabii; hallederiz, unuturuz çelişmelerimizi. Bir sürü çelişme yüklüyüzdür aslında da farketmeyiz. Farkettiğimiz zaman, üzerinde düşünmeye başladığımız zaman, işte o zaman, felsefe yapabiliriz ya da yapmayabiliriz. Gene unutabiliriz. Mutlak doğruya hiçbir zaman da ulaşma şansımız da yok o zaman. Üretiyoruz, düşünüyoruz, ilerliyoruz; doğrularımız bir müddet sonra yanlışlar haline geliyor. Zaten çelişkilerle dolu olarak bir yere varamayacaksak, varamamaya bir kılıf mı felsefe? Aruoba: Tam tersi. Mutlak hakikat dediniz demin. İnsan en temelde tek birşeyi mutlak olarak bilir, her insan bilir. Öleceğini. Bize verilmiş başka bir hakikat yok. O da tam olarak verilmiş. Birgün öleceğinden şüphe duymayan insan yoktur. Ama bu gene tümüyle içeriksiz bir bilgidir. Hiçbir içeriği yoktur ölümün. Ölümün ne olduğunu kimse bilmez. Öleceğini herkes bilir, ölümün ne olduğunu kimse bilmez.
Demek en azından elimizde bir doğru var?
Aruoba: Evet. Ama içeriği yok. Öleceğimizi bilmekle ne bildiğimizi bilmiyoruz. Belli bir anlamda bütün felsefe ölümü anlamaya çalışmaktır. Hiçbir zaman anlamayacağını bilerek.
Kitaplarınız yoğun olarak gençler tarafından okunuyor. Bunu nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Aruoba: Hepsi için söylemek herhalde zor ama, üniversite gençleri bir yandan bir tür düşünce özgürlüğüne sahiptir. Daha kendisini bir takım toplumsal ölçülerle sınırlandırmamıştır. Bir yandan da arayış içindedir. Üniversite bittiği zaman ne olacak? Kocaman bir hayat. Ne yapacak? Öğrenci kafasında “Ben para kazanacağım, en iyi para kazanacağım iş hangisi ise ona gireceğim, şimdi kendimi ona hazırlayacağım.” dediği zaman, tamam yolu belli. Sanıyorum yolunun henüz ne olduğunu bilmeyenler bende birşeyler buluyorlar. Çünkü ben de öyleyim.
Önce psikoloji eğitimi aldınız. Ardından felsefe doktorası. Hangi kimlik daha çok örtüşüyor sizinle?
Aruoba: İlle sen nesin diye sorulacaksa “yazar” derim. Üstünde Oruç Aruoba yazılı birtakım kitaplar var. Kimsenin filozof olduğunu inkar edemeyeceği Kant; “Kimse kendine filozof diyemez.” diyor. Birisi kendisine filozof diyorsa o onun filozof olmadığını gösterir. Gerçekten filozof olan da kendisine filozof diyemez zaten. Türkçe filozof ile felsefeciyi çok güzel ayırıyor. Simitçi, balıkçı gibi bir de felsefeci var. Felsefe satanlar var. Filozof; bilgeliği seven. Ama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilerek. Çünkü bir de sophos’lar var. O bilge demek. Eski Yunan’da 7 bilge vardır ya, onlara sophos denir. Hiçbiri kendine sophos demiyor tabii. Pythagoras’dır yanılmıyorsam ilk defa philosophos sözünü kullanan. Bilgeliği sevendir o. Bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman da ulaşamayacağını bilen. Hani Sokrates’in sözü var ya; “Bir bildiğim varsa hiçbir şey bilmediğimdir.”
Eski ve yeni jenerasyon gençleri kıyaslar mısınız?
Aruoba: Çok hızlı değişti o işler. Ben üniversitede hoca iken çok başka bir süreç vardı. Liseden yollarını bulmuş olarak geliyorlardı. Bulduklarını sanarak geliyorlardı. Tek yol devrim, tek yol islam, tek yol bilmem ne, diye geliyorlardı. Bizim üniversitedeki işimiz de büyük çapta kafaları temizlemek oluyordu. Tek yol yoktur, diye uğraşıyorduk.
Şimdi?
Aruoba: 12 Eylül’den sonra bomboş kafalar geliyor. Bence Türk toplumu 12 Eylül’den şöyle bir sonuç çıkardı: Bunlar ne yaptılar? Düşündüler. Düşününce ne yaptılar? Bir ideolojiye sahip oldular. Bir ideolojiye sahip olunca ne yaptılar? Başka türlü düşünenleri öldürmeye başladılar. O zaman geriye dönelim. Düşünme. Düşünürsen ideolojin olur, ideolojin olursa öteki ideolojiden olanları öldürürsün. Bu da çıkar yol değil. Sonu yok. Vazgeç. Böylece düşünmekten vazgeçtik.
O gençler bir süre sonra iş hayatına atılıyor.
Aruoba: İş dünyası açısından şu söylenebilir: Özal döneminden sonra, üretmenin değil satmanın değer olduğu bir ekonomi ortaya çıktı. Şu anda Türkiye’de en zor durumda olanlar üreticiler. Bir şey ürettiğin zaman zarar ediyorsun, ama bir şey sattığın zaman kar ediyorsun.
Felsefecinin bu anlamda bir toplumsal sorumluluğu var mı?
Aruoba: Var tabii. Asıl üretmenin sahici değer olduğunu, satmanın bir değer olmadığını anlatmaya çalışmaktayız. Borsa seanslarını gözünüzün önüne getirin. Orası bir tapınak sanki. Bilinmeyen bir Tanrı var. O Tanrı’nın ne yapacağı belli değil. Gönenç de getirebilir, yıkım da getirebilir. Onlar da rahip. O Tanrı’nın ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorlar. Onun arzusu o gün hangi yönde tecelli edecek onu belirlemeye çalışıyorlar, onu insanlara bildiriyorlar. Tek kutsal şey para. Yani kut kalmadı mı, başka kut yok mu? Kut aramak nedir? Kutsal olan ne bulacağız başka? Ya da kutsal olanı nasıl bulabiliriz? Çünkü bugün yok. Paradan başka kutsal olan birşey var mı insanların kafasında? Para kutsal birşey değil ki! Para bir aracı. Parayı kendi başına amaç haline getirdiğin zaman mutsuz olursun. İşte post-kapitalist durum. Kapitalizm üretim üzerine dayalı bir şeydir. Kapitalist toplumun işlemesi hep daha fazla üretim üzerine dayalıdır. Öyle bir nokta geldi ki iktisat tarihinde, tüketime dayalı olmaya başladı. Tüketim de satış demek. Satış da para demek. Amerikan Otomotiv Sanayi, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra, ellerinde müthiş bir üretim potansiyeli ile çıktılar. Zaten devletin desteklediği birşeydi. O sırada otomobilin yaygınlaşmasıyla birlikte rekabet başladı. Rekabette ilk düşünülecek şey nedir? Dayanıklılık. Ömür boyu dayanıklı otomobiller yapmaya başladılar. 1953-54, doruk noktası 1955-56’dır. 55 Chevrolet, 56 Chevrolet, 56 Ford, 57 Ford. Dünyanın en iyi arabalarıdır. Otomotiv tarihinin en dayanıklı arabalarıdır. Ne yapacağız peki? Bir yığın araba üreteceksin, kime satacaksın. Adam almış 56 Chevrolet’yi, en az 20 yıl kullanabilir. Hiç tık etmeden. 58 yılından başlayarak bilinçli olarak dayanıklı araba üretmemeye başladılar. Buruşturup atacaksın ki yenisini satsın sana. Yani artık ne ürettiğin önemli değil, satmayı biliyorsan satacaksın.
Peki bundan sonraki aşama ne?
Aruoba: Çöküş. Güm diye dibe vuracağız bir noktada. Çünkü üretimi gözardı ettiğimiz zaman ya da üretimden daha önemli birşeyi ekonomide onun önüne koyduğunuz zaman, bir noktada çökersiniz. Türkiye bundan 4 yıl öncesine kadar, kaç tane var dünyada, kendini besleyebilen ülkelerdendi. Artık değiliz. Bilgisayar ve cep telefonu. Herhalde onlar çökecekler ilk önce. Çöküş, fikir ve düşünce üretimini durdurduğumuzda da geçerli mi? Aruoba: Gayet tabii. Düşünce üretmeyen insana insan denilebilir mi? Ya da herhangi birşey üretmeyen. Çünkü insan kendini üretir aslında temelde. Ürettikleri ile kendisi yapar. Türkçe’de nefis bir kavram var; emek. Birşeye emek vermek; dünyanın başka hiçbir dilinde yoktur. Çocuğuna da emek verirsin.
Bu eğilimler ve değişimler içinde yaşayan gençlere tavsiyeleriniz?
Aruoba: Kimse kimseye tavsiye veremez. Herkesin kendisinin onu bulması gerekir. Felsefe olsa olsa, ben yolumu böyle bulamadım, der. Bir örnek vereceksek; bak ben yolumu böyle bulamadım, sen şimdi ara bul, diyebilir. “Felsefede en son söylenebilecek şey en sonda hiçbirşey söylenemeyeceğidir.” (De Ki İşte adlı kitabının son cümlesi) Sen kendin bulmak zorundasın. Arada bir hani okura seslenirim: Eğer burada kendine bir yol bulabileceğini sanıyorsan aldanıyorsun, bu yazarın kendisi de zaten o yolu bulamadı.
Okurla ilişkilerinizde; paylaşım nasıl bir duygu?
Aruoba: Birkaç bin parçaya bölünüp bir yerlere gidiyorsunuz. Orada ne anlıyorlar sizden? Nasıl etkileniyorlar, sonucu ne oluyor? Veya kafalarından ne geçiyor? Nasıl okuyorlar? Üniversitede her dersten çıkışta başağrısı tutar, ilaç içerim. İnsanların beyinleri ile oynuyorum. Nasıl bir hakkım var buna ve ne oluyor sonunda? Bu söyledikleriniz bilinçsiz bir onaylanma güdüsü mü, bilinçli bir sorumluluk duygusu mu? Aruoba: Ne o, ne o. Yani ben düşünüyorum ve dünyaya birşeyler çıkarıyorum. Onlar nerede, ne yapıyor bilmiyorum. Yeryüzünde hiç düşünülmemiş bir düşünce var mı? Aruoba: Herhalde çok zor bulmak. Muhakkak birisi bir yerlerde düşünmüştür. Kant der ki; “Söylenmiş her yeni için, ona şu ya da bu şekilde benzeyen bir eski bulunabilir. Ama neyin bulunacağını gösteren, söylenen yenidir.” Ya felsefe ile mistisizm arasındaki ilişki? Aruoba: Felsefe tarihinde mistik sayılan filozofların en büyük özelliklerinden birisi son derece açık ve mantıklı olmalarıdır. Sular iki biçimde derin gözükebilir. Bir; aslında sığdır ama bulanıktır. İkincisi de; müthiş derindir dibini göremezsin. İki durumda da derin gözükür. Ama birisi derin değildir, öteki derindir. Ancak o berrak olanlar derindir. O yüzden felsefe sözcüğünü yanlış kullanmamalıyız.
Matematik ve felsefe?
Aruoba: Çok akraba iki bilgi türüdür. Platon’un akademisinin üstünde yazıyormuş “Buraya matematik bilmeyen giremez” diye, ama o kadar dolaysız bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Mantık bir anlamda ikisinin de birleştiği yer. Mantık, felsefenin temel araçlarından birisidir. Matematikle felsefenin kendisi arasında çok dolaysız bir ilişki yok.
Oruç Aruoba'nın 24 Temmuz 2013 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı Açık Mektubu aşağıdadır.
Sayın Erdoğan,
İzmir, 17 Haziran 2013
Son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (1973-1983) eski anılarıma geri dönüp durdu. İlk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: Siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. -Yani, o İslami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında- kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... Birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. Bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum.
O yıllarda, size benzer, “İslamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. Biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı.
Eyleme yatkındılar
“Mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. Aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı - üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. Gerçi ötekilerin “Tek yol devrim”, “Tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “Tek yol İslam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı - ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. Ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz... Siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, tahmin ediyorum: Hem de, “Tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz İslam ve kafanızdaki ezber Kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. O “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. Siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zar-zor girdiğiniz İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi Kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. Gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani İslami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: Kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. Hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız. O yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “din-iman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (Mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) Bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. Gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. Siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. Yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: İnsan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, Avrupa Birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”-maazallah) normlarını yasalara sokmak...
İslami takıntılar
Bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. Böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 Eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... Gerçi arada bir İslami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz. Böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. Artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... O zaman “fayrap” ettiniz: Haydi bakalım; yok Osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “men-i mezkûrat”tı, yok “Sünnilik-Alevilik” idi, yok “dindar-kindar” gençlikti... “Yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı. Derken, birden bir şey oldu: “Küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu Cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 Mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “Yeter artık” dedi size. Siz hemen “Urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye...
Emanete sahip çıkmak
Anlamadınız: Kendinizi, o eski çapulcu kâfir-zındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. Temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... Hiç anlam veremediniz olup bitene: “Feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?” Olmamışlardı. O “baş ayyaş”ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... Bunlarla nasıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. Bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. Ardından binlercesi... Ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... Ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. Üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki... Artık tek bir yol kalmıştı: Sandığa ve istatistiğe geri dönmek. O yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. Bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. Ama gerisini hiç anlamadınız. Şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. Eh... Umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. Ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum.
Her bir insan özgürdür
Gene de, son bir şeyler söyleyeyim: Sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. Boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... Onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi... Ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: Her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. Bunu -bunları- da, hiçbir istatistik değiştiremez. Size saygılar sunuyorum, gene de.
25 Haziran 2013
Not: Bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “Belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir.
Size artık “saygılar” bile sunmuyorum…
O. A.
24 Temmuz 2013
Kaynak:Biyografiler.com
Oruç Aruoba İçin Yapılan Aramalar
Oruç Aruoba yaşıyor mu?, Oruç Aruoba biyografi, Oruç Aruoba hayatı, Oruç Aruoba özgeçmişi, Oruç Aruoba hakkında, Oruç Aruoba doğum yeri, Oruç Aruoba fotoğraf, Oruç Aruoba video, Oruç Aruoba resim, Oruç Aruoba kimdir?, Oruç Aruoba kaç yaşında?, Oruç Aruoba nereli, Oruç Aruoba memleketi, Oruç Aruoba albümleri